Kitab’ın “Kur’an ve Sünnet Üzerine” adlı ilk makalesinde H. Zeyveli, sünnetin ıstılah
aştırılması ile ilgili olarak şöyle diyor: “Gerek Kur’an’da ve gerekse Kur’an
dışı rivayetlerde sünnet kelimesinin ıstılahlaştırılmış bir anlamda
kullanıldığına rastlamıyoruz.” (s.11) Bu çalışmasıyla sünnete doğru bir tanım
getirme çabasında olan yazar, Allah’ın sünneti, “Rasullah’ın sünneti”, müslümanların
Sünneti gibi müsbet tamlamalardan söz ettikten sonra, Rasulullah’ın sünneti
ibaresi ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Kur’an’da sünnetin Kitab’a bir
alternatif olarak zikredildiğinde şahit olamıyoruz. Kur’an’da sadece Allah’a
itaatin yaraşıra Rasulullah’a da itaatin vucubiyeti vurgulanmakta ve onun
insanlar için güzel bir örnek olduğu bildirilmektedir. Ancak Kur’an’da
“Allah’ın sünneti” ibaresi bulunmasına rağmen “Rasulullah’ın sünneti” tabiri
hiç geçmemektedir,” Kur’an, insanların doğru yola hidayetine medar olacak bütün
düsturları ihtiva eden Allah’ın vahyi, mesajı; sünnet ise şifahi bir metin olan
Kur’an düsturlarının ilk muhatap toplumda peygamberin uygulamasıdır” şeklinde
sünnete genel bir tanım getirmektedir.
Kitaptaki “Hz. Peygamberin Ümmetine Bıraktığı Rehber Ne
idi!” adlı ikinci makalede, en eski siyer olan İbn İshak’tan rivayetle
Rasulullah’ın “size bir şey (Kur’an) bıraktım” ifadesine yer veriliyor (s. 20)
Daha sonra, Sünnilerin Kur’an’a sünneti, Şiiler’in de Kur’an ve sünnete ehl-i beyti
eklediklerini vurguluyor.
“Ramuz el-Ehadis’in Tendiki” adlı makalesinde ise, Hz.
Peygamber (s) adına uydurulduğu kadar hiçbir şahsiyet adına yalan
uydurulmamıştır” diyen H. Zeyveli, Ramuz’dan şu vb mevzu hadisleri anıyor:
“Cennetlik bir adam 4 bin bakire, 8 bin dul, ve yüz huri ile evlendirilir” (s.
48), “Doksandokuz kadından bir tanesi cennette kalanı cehennemdedir.” (s. 49),
“Kadınları yüksek yerlere oturtmayın, onlara yazıyı da öğretmeyin, dikişi ve
Nur suresini öğretin” (s. 47). Son hadisle ilgili olarak şunları ifade etmeden geçemeyeceğiz.
Nasıl oluyor da her pazar günü ikindi namazından sonra İskender Paşa’da bu
hadisleri dinleyen hanımlar, hala üniversitedeki fakültelerine gönül
rahatlığıyla gidebiliyorlar! Belki de anlamını dikkate almadan bu hadislerin
her harfinden bir sevap umuyorlardır!
“Gaybı kim Bilir!” adlı makalesinde yazar, gaybı mutlak
ve izafi olmak üzeri ikiye ayırıyor ve mutlak gaybı şöyle tanımlıyor: “Beşeri
imkan ve kabiliyetleriyle -dünyada-hiçbir zaman ihata edilemeyen saha. Allah’ın
zatının ve meleklerinin mahiyeti, kıyamet, ahiret, hesap, cennet, cehennem
ahvali… bu tür gayba örnek verilebilir.” (s. 105). Daha sonraki satırlarda
Kur’an-ı Kerim’de, gaybı kim bilir! Sorusuna cevaplar arayan yazar, şu vb.
ayetler üzerinde duruyor: “De ki: Gaybı (bilmek) Allah’a mahsustur.” (10/20).
Yazar, peygamberlere bildirilen gaybın türü ve bu bildirilmenin ne şekilde
olduğu konusunda Taberi’den konuyu toparlayan bir yorum aktarıyor: “Allah gayb
bilgisinden dilediğini nebilere indirir. Rasulullah’a da Kur’an gaybını indirmiştir.
O’nda (Kur’an’da ), kıyamet günü vukubulacak gaybi bize bildirmiştir” (s. 107).
Uzun izahlardan sonra “son Peygamber’e bildirilen gayb haberleri Kur’an’da yer
almış olanlardan ibarettir.” Sonucuna varan yazar, Rasulullah’a Kur’an dışında
ve peygamberlerin dışında bazı kimlere gaybın bildirildiği iddiasının batıl
olduğunu ifade etmektedir. (s 118). Kur’an dışıda da gaybi bildirime örnek
olarak aldığı Kütübü Sitte’de de geçen bir rivayeti alıntılamak işin nerelere
kadar vardırıldığına bir ipucu olur kanaatindeyiz: “Müslümanlar Türkler’le
savaşmadıkça kıyamet kopmaz” (s. 127)
“Gadir-i Hum Olayı Üzerine” adlı makalesinde ise Zeyveli,
Gadir-i hum’dan bahseden ilk Sünni kaynağın Müsned olduğunu ifade ederek eski
siret ve tabakat kitaplarında bu olayla ilgili hiçbir malumatın olmadığını
anlatıyor (s. 146). Ve Şiilerin ise olaydan Hz. Ali’nin nassla tayinini
çıkarmaya çalıştıklarını ifade ediyor. Oysa olay Şiilerin iddia ettikleri gibi
hilafet ve imametle ilgili değil, Yemen’in bazı kabilelerinden alınan savaş ganimetlerinin
bölüşümü konusunda Hz. Ali’nin haklılığını Rasulullah’ın onaylamasından
ibarettir” diyor (s. 147-148).
Kitap, sünnet, siret vb konularda önemli araştırmalar
içeriyor. Daha geniş faydalar elde etmek için kitaptaki makaleleri dikkatlice
okumak gerekmektedir.
Yazan: Fevzi Zülaloğlu
Yazı Kaynağı: Haksöz Haber
Hadislerde ise “Allah’ın sünneti ve Resulünün sünneti”
kullanımının yanı sıra, nadiren “Kitab ve sünnet” tabirine de rastlanmaktadır.
Hadislerde geçen bu kullanımlardan ötürü, Kur’an ve
Sünnetin tarifleri ve birbiriyle olan ilişkileri önem kazanmaktadır:
Kur’an: İnsanların doğru yola hidayetine medar olacak
bütün düstûrları ihtiva eden Allah’ın vahyi/mesajı.
Sünnet: Şifahi bir metin olan Kur’an düsturlarının, ilk
muhatap toplumda peygamberi uygulaması.
Bu tarifleri doğru kabul edersek -ki bizce doğrudur-
Sünnetin Kur’an’dan bağımsız bir şey olmadığı sonucu ortaya çıkar,
(Resulullah’ın ahlâkının Kur’an’dan ibaret olduğu müsellem bir vakıadır).
Bununla beraber aralarında bir nüansın da olması gerekir ki onu da şöyle bir
benzetmeyle İzah edebiliriz:
Bir roman veya tiyatro eserinin bizzat kendisini
okumakla, sahneye konmuş halini seyretmek arasında, herhalde bir fark -en
azından etki farkı- vardır. Eser, yazılı halden canlı bir gösteri haline
getirilirken bazı özel tasarruflar da söz konusu olabilmektedir. Bununla
beraber sahnelenmiş veya perdeye aktarılmış eser gene de yazarına izafe edilir.
Örneğin biz, Shakespeare’in ‘Hamlet’ini ya da ‘Kral Lear’ini seyretmiş oluruz.
Benzer şekilde ve teşbih caiz görülerek Kur’an metninin
hayat sahnesine konmuş hali ‘Resulullah’ın Sünneti’ diye adlandırılırsa Kur’an
ve sünnet arasındaki ilişki daha iyi anlaşılmış olur. Bu bağlamda, Sünnet,
Kur’an’ın bir bakıma özdeşi ya da gerçek tevili demek olur.
Ne var ki, Kur’an ve Sünnet arasında gene de bazı özellik
farklarının varlığı göz ardı edilmemelidir:
Kur’an’ın sahibi; gaybı bilen, dolayısıyla geleceği bilen
Allah olduğundan, onun ‘ebedî’ kaydıyla koyduğu düsturlar, gerçekten
zaman/mekân faktörlerinden etkilenmeden kıyamete kadar geçerli olurlar. ‘Ebedî”
kaydıyla ibaresini kullanıyoruz; çünkü Allah’ın kitabı Kur’an’da da ebedî
olmayan bazı yerel/geçici hükümler yer almaktadır. Örneğin, Resulullah’ın
vefatından sonra hanımlarıyla kimsenin evlenemeyeceği şeklindeki Kur’anî yasak
(Ahzab: 53), elbette ki geçici madde niteliğinde olup Hz. Peygamberin son
hanımının vefatından sonra âyetin nassî hükmü kalkmış bulunmaktadır.
Resulullah’a (s) gelince, onun beşer olduğunu ve bu
vasfıyla gaybı (dolayısıyla kendi zamanı ve mekânı dışındakileri) Allah
bildirmedikçe bilemeyeceğini Kur’an bize bildirmektedir. Bu beşerî vasfa sahip
olan bir peygamberin; özel bir coğrafyada, özel bir zamanda ve özel bir
toplumdaki Kur’anî uygulamasının o şartlarda en mükemmel olmasına ve bizim İçin
daima örneklik özelliğini korumasına rağmen başka coğrafya, zaman ve
toplumlarda, bütün teferruatıyla aynen taklid edilebilirliğini iddia etmek
herhalde mümkün olmasa gerektir. Nitekim Kur’an’da, tarifi Resulullah’a ve
belki de her Müslümanlardan ‘Ulu’l-ebrar’e bırakılan bazı tarifsiz (‘mutlak’)
ifadeler var ki bunlar şartların değişimi ile yeniden tarif gerektiren
hükümlerdir. Örneğin, Kur’an’da ‘sefer’ kelimesi tarifsiz olarak geçmekte ve
bununla İlgili bazı hükümler teşri kılınmaktadır. Seferin tarifini ise
Resulullah’ın sünnetinde bulmaktayız. Eğer ‘sefer’ için teşri kılman
ruhsatların İlleti ‘meşakkat’ İse seyahat vasıta ve imkânlarının fevkalade
gelişmiş olduğu günümüzde veya başka zaman/mekânlarda “sefer” haline yeni bir
tanım getirilmesinin kaçınılmazlığına inanmamız, Hz. Peygamber’in sünnetini
ihlal etmemiz ya da Kur’anî hidayetten uzaklaşmamız anlamına alınamaz.
Bu noktada akla önemli bir soru gelmektedir:
Resulullah’ın (s) Kur’an dışı teşri yetkisi var mıdır? Varsa günümüz
Müslümanının bunlar karşısındaki durumu nedir?
Cevap: Hz. Peygamber’in, ‘Resul’ ve ‘İmam’ sıfatıyla hem
‘tebliğ, ‘hem de ‘tatbik’ görevi vardır. Tebliğ; Allah’ın mesajını metin olarak
apaçık duyurmak, muhataplarına ifham etmek (kavratmak)tir. Tatbik ise, tebliğ
ettiği topluma Kur’anî düsturları uygulamaktır. İşte bu ‘tatbik’ safhasında
Resulullah da, Allah’ın Kur’an’la bildirdiği teşriatın dışında teşri yetkisine
sahiptir. Nitekim risaleti boyunca bazı genel ve özel teşriat koymuştur da. Bu
teşriatın esaslarını Kur’an belirlemiş olmakla beraber, geçici veya kalıcı
nitelikli olmaları, illetlerinin (gerekçelerinin) sürekli veya geçici olmasına
bağlıdır.
Günümüz Müslümanının Kur’anî esaslar çerçevesinde teşri
kılınmış ve fakat Kur’an’da mevcut olmayan bir ‘peygamberi teşri’ karşısındaki
tutumu ise -bize göre- aşağıdaki gibi olmalıdır:
a) Peygamberi teşriin illeti (gerekçesi) biliniyorsa ve bu
illet değişmemişse, ona aynen ittiba etmek (bir kadını aynı anda teyzesi veya
halası ile beraber nikahlamak yasağı gibi);
b) Peygamberi teşriin illeti biliniyorsa ve fakat bu
illet zaman/mekân faktörleriyle değişmiş ise; Kur’an’ı esas ve Peygamberi teşrii
örnek alarak, değişen şartlara uygun yeni çözümler aramak (yukarıda verdiğimiz
‘sefer’ örneği gibi);
c) Peygamberi teşriin illeti hiç bilinemiyorsa bu teşri’e
aynen ittiba etmek (Namazların vakit ve rek’at sayılarının tespiti gibi)…
Ve… Kur’an’a ilk ittiba eden Resulullah’ın güzel örneğini
ve azîm ahlâkını kavrayabilmek için her şeyden önce Kur’an’ın muhkematını
kavramamız, öncüllerimizi Kur’an’la oluşturmamız gerekiyor. Aksi halde, Kur’an
derecesinde sahih olmalarına hiçbir suretle İmkân bulunmayan nakillerle bize
tanıtılan peygamberin gerçek simasını ve siretini/sünnetini ihata edemeyiz.
(Çünkü onun ahlâkı Kur’an’dan ibarettir.)
Kur’an ve Peygamberî uygulamayı birbirinin adeta karşıtı
göstermeye çalışan ya da Peygamberi sünneti yanlış tanımladıktan sonra Kur’an’ı
ona tabi kılan zihniyetin zaaf ve sapmalarını burada tartışmayacağız. Tevhid
dininde esas olduğunu layıkıyla idrak ettiğine İnandığımız Hz. Ömer ve Hz. Aişe
gibi biz de, Allah’ın kitabının yeterliliğini savunuyor ve fakat Resulullah’ın
siret ve sünnetinin, Kuran’ın tatbikinden başka bir şey olmadığını kabul
ediyoruz.
Burada kısaca ha fırlatılmasını gerekli bulduğumuz birkaç
nokta daha var:
1. Sünnet, hadis’le karıştırılmamalıdır. Sünnet, bir
uygulamanın, bir teamülün; hadis ise bir sözün naklidir. İkisinin ortak
özelliği bize naklen gelmiş olmalarıdır. Bazı hadislerle bir sünnet nakledilmiş
olabileceğine karşılık her hadis bir sünnet ihtiva etmeyebilir.
2. Bazı sünnetler mütevatir uygulamalarla bize kadar
gelmişlerdir. Namazın kılınışı, haccın uygulanışı gibi. “Uygulan¬mış esaslar”
anlamında sünnet veya sünnetlerin bize amelî intikali aklî bir zaruret ve
neticedir.
3. Resulullah’ın sünnetini yalnızca hadis kitaplarında
ara¬mak yanlıştır. Kur’anî öncüller oluşturulduktan sonra, Hz. Peygamberin
sünnetini bulma ve kavrama yoluyla bize intikal etmiş her tarihi malzeme
(hadis, siret, tarih, tefsir, tabakat… kitapları) yol gösterici olabilir. Bu
yolla, taassuba kapılmadan daha doğru sonuçlara ulaşma şansını elde etmiş
oluruz, unutmamalıyız ki hadisçiler de tarihte kelamcılar ve fukaha gibi bir
ekol teşkil etmişlerdir ve onların da usûl ve furu’da bazı zaaf ve hataları
mevcuttur.
4. Sünnetin vahiy olup olmadığı tartışması bizce gereksiz
bir tartışmadır. Zaten vahiyle (Kur’an’la) hidayet edilen bir peygamberin, her
sözü ve her fiilinin vahiy addedilerek inisiyatifi yok sayılmak pahasına
“vahiyle kuşatılmış iradesiz bir peygamber vasfına büründürülmesi mâkul olmasa
gerektir. Hz. Peygamberin Kur’an rehberliğinde fakat irade ve inisiyatifile
hareket ediyor olması, onun hevasından konuşuyor olmasını da asla gerektirmez.
5. Kur’an’ın İrşadı gereği, Resulullah’ı “güzel örnek”
kabul etmemiz, onun hakkında bize ulaşan her rivayete -tahkiksiz-körü körüne
İnanmamızı ve mefhûmunu taklid etmemizi zorunlu kılmaz, “örnek almak”la “taklid
etmek” arasındaki büyük fark göz ardı edilmemelidir.
6. Resulullah örneğinden müstağni kalabileceğini sanan
bir zihniyet, Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın rızasına uygun olarak anlamaktan
kendini mahrum bırakmış demektir.
Her toplumda olduğu gibi toplumumuzda da ifrat ve tefrit
içerisinde birtakım taassup mihraklarının var olması, bizi, tarafsız ve basiret
üzere hakkı aramaktan alıkoymamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder