16 Ekim 2018 Salı

HANGİ SÜNNET- Hikmet ZEYVELİ


 
Hikmet Zeyveli'nin Kur'an ve Sünnet
1.Hangi Sünnet
Gerek Kur’ân’da ve gerekse Kur’ân-dışı rivayetlerde Sünnet kelimesinin ıstılahlaştırılmış (terimleşmiş) bir anlamda kullanıldığına rastlamıyoruz.
Bu Kaynaklarda Sünnet kelimesi; genellikle, ya tamlama şeklinde (Allahın Sünneti, Peygamber’in Sünneti, Ömer’in Sünneti, öncekilerin Sünneti, cahiliye Sünneti... gibi); ya da bir sıfatla beraber (adil bir Sünnet, güzel bir Sünnet, kötü bir Sünnet...gibi) kullanılmaktadır. Çok nadir olarak da yalın halde kullanılmakta ise de bu, günümüzde kendisine yüklenen ıstılah (terim) manasından çok uzak bir anlamdadır. (Cari örf, uygulama veya teamül anlamında.)
Bu genel kullanımlarına paralel olarak Sunneh ‘sunneh’ veya çoğulu ‘sunen’ ya da fiili ‘senne’ kelimelerinin ifade ettikleri anlamlar da çok farklılık arzeder.
Sadece birkaç örnek verelim:
a.Teamül: “Hükümdarların birbirine gönderdikleri) elçilerin öldürülmeyeceği yolunda bir Sünnet (teamül) cari idi.” (Musned, 1/391,396)
b.Çığır: “Çünkü o (Kabil), adam öldürmeyi Sünnet yapan ilk kişiydi.” (Buhari,64:10,2
c.Hüküm, hukuk: “Onlara (Mecusilere) Ehl-i Kitabın Sünnetini (hukukunu) uygulayınız. (Buhari, 96:15)
d.Teşri: “Resulullah (s) sefer namazını iki rekat olarak ‘Sünnet kıldı’ (sene)” (Musned, 1/241; İbn Mace, 5:124)
Kelimenin menfi kullanımlarından vazgeçip müspet anlamlarıyla ’sünne’i ele alırsak, ve bu takdirde söz konusu olabilecek ‘Allah’ın Sünneti’, ‘Peygamberin Sünneti’, ‘Müslümanların Sünneti’.. gibi tamlamalar içerisinde “Resulullah’ın Sünneti’ni belirlersek, bu konuda özet olarak bazı şeyler söyleyebiliriz.
2.Kur’ân ve Sünnet
Kur’ân’da, Sünnetin (artık ‘Resulullah’ın(s) Sünneti’ özel anlamında), Kitab’a (yani Kur’ân’a) bir alternatif olarak zikredildiğine şahid olamıyoruz. Kur’an’da sadece, Allah’a itaatin yanı sıra Resulullah’a (s)da itaatin vucubiyeti vurgulanmakta (Kur’ân, 3/32,132; 4/59; 5/92; 8/1,20,46; 24/56; 47/33; 58/13; 64/12)ve onun insanlar için “güzel bir örnek” olduğu bildirilmektedir. (Kur’ân, 33/21) Ancak Kur’ân’da, “Allah’ın Sünneti” ibaresi bulunmasına rağmen “Peygamberin Sünneti” tabiri geçmemektedir.
Hadislerde ise “Allahın Sünneti ve Resulunun (s) Sünneti kullanımının yanı sıra (Musned, 1/248, 2/56,57)nadiren kitab ve Sünnet tabirine de rastlanmaktadır. (Buhari, 96:28; Muqaddime, 17)
 
Hadislerde geçen bu kullanımlardan ötürü, Kur’ân ve Sünnetin tarifleri ve birbirleriyle olan ilişkileri önem kazanmaktadır:
Kur’ân: İnsanların doğru yola hidayetine medar olacak bütün düsturları ihtiva eden Allahın vahyi/mesajı
Sünnet : Şifahi bir metin olan Kur’ân düsturlarının, ilk muhatab toplumda Peygamberî uygulaması.
Bu tarifleri doğru kabul edersek –ki bizce doğrudur- Sünnet’in Kur’ân’dan bağımsız bir şey olmadığı sonucu ortaya çıkar. (Resulullah’ın (s) ahlakının Kur’ân’dan ibaret olduğu müsellem bir vakıadır). Bununla beraber aralarında bir farkın da olması gerekir ki onu da şöyle benzetmeyle izah edebiliriz.
Bir tiyatro eserinin bizzat kendisini okumakla, sahne konmuş halini seyretmek arasında, herhalde bir fark –en azından etki farkı vardır. Eser, yazılı halden canlı bir gösteri haline getirilirken bazı özel tasarruflar da söz konusu olabilmektedir. Bununla beraber sahnelenmiş veya perdeye aktarılmış eser gene de yazarına izafe edilir. Örneğin biz, Shakespare’nin ‘Hamlet’ini ya da ‘Kral Lear’ini seyretmiş oluruz.
Benzer şekilde –teşbih caiz görülerek- Kur’ân ve metninin hayat sahnesine konmuş hali ‘Resulullah’ın (s) Sünneti’ diye adlandırılırsa Kur’ân ve Sünnet arasındaki ilişki daha iyi anlaşılmış olur. Bu bağlamda, Sünnet, Kur’ân’ın bir bakıma özdeşi ya da gerçek te’vili demek olur.
Ne var ki, Kur’ân ve Sünnet arasında gene de bazı özellik farklarının varlığı göz ardı edilmemelidir:
Kur’ân’ın sahibi; gaybı bilen, dolayısıyla geleceği bilen Allah olduğundan, onun ‘ebedi’ kaydıyla koyduğu düsturlar, gerçekten zaman/mekan faktörlerinden etkilenmeden kıyamete kadar geçerli olurlar. ‘Ebedi’ kaydıyla ibaresini kullanıyoruz; çünkü Allah’ın kitabı Kur’ân’da da ebedi olmayan bazı yerel/geçici hükümler yer almaktadır. Örneğin, Resulullah’ın (s) vefatından sonra hanımlarıyla kimsenin evlenemeyeceği şeklindeki Kur’ânîyasak (33/53) elbette ki madde niteliğinde olup Hz.Peygamber’in (s) son hanımının vefatından sonra, ayetin nassi hükmü kalkmış bulunmaktadır.
Resulullah’a (s) gelince, onun beşer olduğunu ve bu vasfıyla gaybı (dolayısıyla kendi zamanı ve mekanı dışındakileri) Allah bildirmedikçe bilemeyeceğini Kur’ân bize bildirmektedir. (Resulullah’ın (s) gayb bilgisi konusunda “Gaybı Kim Bilir?” ve “Gaybı İhbar Eden Rivayetler Üzerine” başlıklı makalelere bakz.) Bu beşeri vasfa sahip olan bir Peygamberin; özel bir coğrafyada, özel bir zamanda ve özel bir toplumdaki Kur’ânîuygulamasının –o şartlarda en mükemmel olmasına ve bizim için daima örneklik özeliğini korumasına rağmen –başka coğrafya, zaman ve toplumlarda, bütün teferruatıyla aynen taklid edilebilirliğini iddia etmek herhalde mümkün olmasa gerektir. Nitekim Kur’ân’da tarifi Resulullah’a (s) –ve belki de her Müslüman ‘ulu’l emr’e bırakılan (Kur’ân, 4/59) bazı tarifsiz (‘mutlak’) ifadeler var ki bunlar şartların değişimi ile yeniden tarif gerektiren hükümlerdir. Örneğin, Kur’ân’da ‘sefer’ kelimesi tarifsiz olarak geçmekte ve bununla ilgili bazı hükümler teşri kılınmaktadır. Seferin tarifini ise Resulullah’ın (s)Sünnetinde bulmaktayız. Eğer ‘sefer’ için teşri kılınan ruhsatların illeti ‘meşakkat’ ise seyahat vasıta ve imkanlarının fevkalade gelişmiş olduğu günümüzde veya başka zaman/mekanlarda ‘sefer’ haline yeni bir tanım getirilmesinin kaçınılmazlığına inanmamız, Hz.Peygamber’in (s) Sünnetini ihlal etmemiz ya da Kur’ani hidayetten uzaklaşmamız anlamına alınamaz.

Bu noktada akla önemli bir soru gelmektedir:
Resulullah’ın (s) Kur’ân-dışı teşri yetkisi var mıdır? Varsa günümüz müslümanının bunlar karşısındaki durumu nedir?
Cevap: Hz.Peygamber’in (s), ‘resul’ ve ‘imam’ sıfatıyla hem ‘tebliğ,’ hem de ‘tatbik’ görevi vardır. Tebliğ; Allah’ın mesajını metin olarak apaçık duyurmak, muhataplarına ifham etmek (kavratmak)tır. Tatbik ise, tebliğ ettiği topluma Kur’ânî düsturları uygulamaktır. İşte bu ‘tatbik’ safhasında Resulullah (s) da, Allah’ın Kur’ân’la bildirdiği teşriatın dışında teşri yetkisine sahiptir. Nitekim risaleti boyunca bazı genel ve özel teşriat koymuştur da. Bu teşriatın esaslarını Kur’ân belirlemiş olmakla beraber, geçici veya kalıcı nitelikli olmaları, illetlerinin (gerekçelerinin) sürekli veya geçici olmasına bağlıdır.
Günümüz Müslümanının Kur’ânî esaslar çerçevesinde teşri kılınmış ve fakat Kur’ân’da mevcut olmayan bir Peygamberî teşri karşısındaki tutumu ise bize göre aşağıdaki gibi olmalıdır.
a)Peygamberî teşriin illeti(gerekçesi) biliniyorsa ve bu illet değişmemişse, ona aynen ittiba etmek (bir kadını aynı anda teyzesi veya halası ile beraber nikâhlamak yasağı gibi);
b)Peygamberî teşriin illeti biliniyorsa ve fakat bu illet zaman/mekân faktörleriyle değişmiş ise; Kur’ân’ı esas ve Peygamberî teşrii örnek alarak, değişen şartlara uygun yeni çözümler aramak (yukarıda verdiğimiz ‘sefer’ örneği gibi);
c)Peygamberi teşriin illeti hiç bilinemiyorsa bu teşri’e aynen ittiba etmek (Namazların vakit ve rek’at sayılarının tesbiti gibi)..
Ve... Kur’ân’a ilk ittiba eden Resulullah’ın (s) güzel (Kur’ân, 7/20-23; 10/15,109) örneğini (Kur’ân, 33/21) ve azim ahlakını (Kur’ân, 68/4) kavrayabilmek için her şeyden önce Kur’ân’ın muhakematını kavramamız, öncellerimizi Kur’ân’la oluşturmamız gerekiyor. Aksi halde, Kur’ân derecesinde sahih olmalarına hiçbir surette imkan olmayan nakillerle bize tanıtılan Peygamber’in gerçek simasını ve siretini/Sünnetini ihata edemeyiz. (Çünkü O’nun ahlakı Kur’ân’dan ibarettir.)
Kur’ân ve Peygamberî Uygulama’yı birbirinin adeta karşıtı göstermeye çalışan ya da Peygamberî Sünneti yanlış tanımladıktan sonra Kur’ân’ı ona tabi kılan zihniyetin zaaf ve sapmalarını burada tartışmayacağız. Tevhid dininde ‘tek’liğin esas olduğunu layıkıyla idrak ettiğine inandığımız Hz.Ömer ve Hz.Aişe (Buhari, 3/39, 23/32, 64/83, 75/17, 93/51, 96/26, ve Muslim, 11/9, 25/5) gibi biz de, Allah’ın kitabının yeterliliğini savunuyor ve fakat Resulullah’ın (s) siret ve sünnetinin, Kur’ân’ın tatbikinden başka bir şey olmadığını kabul ediyoruz.
Burada kısaca hatırlatılmasını gerekli bulduğumuz birkaç nokta daha var:
1.Sünnet, hadisle karıştırılmamalıdır. Sünnet, bir uygulamanın, bir teamülün; hadis ise bir sözün naklidir. İkisinin ortak özelliği bize naklen gelmiş olmalarıdır. Bazı hadislerle bir Sünnet nakledilmiş olabileceğine karşılık her hadis bir Sünnet ihtiva etmeyebilir.
2.Bazı Sünnetler mütevatir uygulamalarla bize kadar gelmişlerdir. Namazın kılınışı, Haccın uygulanışı gibi. ‘Uygulanmış Esaslar’ anlamında Sünnet veya Sünnetlerin bize ameli intikali akli bir zaruret ve neticedir.
3.Resulullah’ın (s) Sünnetini yalnızca hadis kitaplarında aramak yanlıştır. Kur’ânî öncüller oluşturulduktan sonra , Hz. Peygamber’in (s) Sünnetini bulma ve kavrama yoluyla bize intikal etmiş her tarihi malzeme (hadis, siret, tarih, tefsir, tabakat... kitapları) yol gösterici olabilir. Bu yolla, taassuba kapılmadan daha doğru sonuçlara ulaşma şansını elde etmiş oluruz. Unutmamalıyız ki hadisçiler de tarihte kelamcılar ve fukaha gibi bir ekol teşkil etmişlerdir ve onların da usul ve furu’da bazı zaaf ve hataları mevcuttur.
4.Sünnetin vahiy olup olmadığı tartışması bizce gereksiz bir tartışmadır. Zaten vahiyle (Kur’ân’la) hidayet edilen bir Peygamberin, her sözü ve her fiilinin vahiy addedilerek inisiyatifi yok sayılmak pahasına ‘vahiyle kuşatılmış iradesiz bir Peygamber’ vasfına büründürülmesi makul olmasa gerektir. Hz.Peygamber’in (s) Kur’ân rehberliğinde fakat irade ve inisiyatifiyle hareket ediyor olması, onun hevasından konuşuyor olmasını asla gerektirmez.
5.Kur’ân’ın irşadı gereği, Resulullah’ı (s) ‘güzel örnek’ kabul etmemiz, O’nun hakkında bize ulaşan her rivayete –tahkiksiz- körü körüne inanmamızı ve mefhumunu taklit etmemizi zorunlu kılmaz. ‘Örnek almak’la taklit etmek’ arasındaki büyük fark göz ardı edilmemelidir.
6.‘Resulullah (s) örneği’nden müstağni kalabileceğini sanan bir zihniyet, Kur’ân’ı Kerim’i Allahın rızasına uygun olarak anlamaktan kendini mahrum bırakmış demektir.
Her toplumda olduğu gibi toplumumuzda da ifrat ve tefrit içerisinde birtakım taassup mihraklarının var olması, bizi, tarafsız ve basiret üzere hakkı aramaktan alıkoymamalıdır.
Kur'ân ve Sünnet Üzerine Makaleler/Hikmet Zeyveli, Birun Yayınları,2.Baskı-2003 Sayfa: 13-18
Kuran ve Sünnet Üzerine / Allah Semadadır / Hikmet Zeyveli Mumsema Son zamanlarda, Selefiyye inancını savunan bir kısım müslüman-larca Avrupa'da hazırlanıp basılan ve Türkiye'de de samimi savunucularına rastladığımız bir risaleyi inceleme fırsatı bulduk: 'ULUV RİSALESİ '
Risalenin hedefi: Kur'ân ve hadisin naslari; sahabe, müctehid imamlar ve diğerlerinin sözleri ile Allah'ın semâda (gökte) olduğunu ispatlamak ve Allah'ın semâda olduğunu itiraf etmeyenleri Cehmiyye, Muharrife yaftaları ile tekfîr etmek
Risale sahibinin temel zaafı, Kur'ân lisanının uslûb inceliklerinin cahili olmak ve -hiçbirinin esaslı bir tahkikini yapmadan- birtakım nakillerin lafızlarına takılmak, şeklinde özetlenebilir
Bize göre, anılan risalede serdedilen delillerin en kuvvetlileri gibi görünenler, Mülk sûresinin 15-16  âyetleriyle bir cariyenin azad edilmesiyle ilgili rivayet edilen hadistir
Okuyucu için Mülk süresindeki âyetlerin doğru yorumunu tefsir kitaplarından elde etmek mümkün olduğundan, biz, biraz daha müşkil (zor) gibi görünen câriye hadisi üzerinde duracağız
Nesâî'nin şerhinde Nevevî (676)'den şunlar aktarılmaktadır:
"   Bu hadisten murâd cariyenin muvahhid olup olmadığını anlamaktır  (   ) Namaz kılanın Kabe'ye yöneldiği gibi dua eden de semâya yönelir  Allah yalnız Kabe'de olmadığı gibi yalnız semâda da değildir  Ancak Kabe namaz kılanın kıblesidir, semâ ise dua edenin  (   )
Kadı İyad dedi ki: 'Fakih olsun, tahkik ehli olsun, taklid ehli olsun müslümanlarca, Allah'ın semâda olduğu zahir manâsıyla varid olan ifadeler (Mülk sûresinin 16-17  âyetleri ve benzerlerinde olduğu gibi) zahiri üzere alınmazlar  Aksine bunlar te'vile muhtaçtırlar '"
SONUÇ Böylece, bazı kesimlerde Selefîlik güzel ismiyle nasıl katı bir nasçılığın ve müsamahasızlığın savunulduğunu örneklemiş bulunuyoruz  Bizce böyle bir zihniyetin temelinde iki zaaf yatmaktadır:
1) Kur'ân-dışı rivayetlerin metinlerini de Kur'ân gibi kesin ve değişmemiş sanmak,
2) Bu metinlerin yorumları yapılırken Kur'ân'ın muhkemâtına başvurmamak; aklı ve tefekkürü ise devreye hiç sokmamak
Kısaca "basiretsizlik ve katı nakilcilik" diyebileceğimiz bu zihniyetin temsilcileri kendilerine hangi güzel ismi verirlerse versinler hatalarıyla daima İslâm'a zarar vereceklerdir  Bazı büyük âlim ve şahsiyetleri kendilerine selef gösterseler bile  (Biz selef olarak gösterilen birçok âlimi bu taassuptan tenzih ediyoruz )
Bununla beraber Selefîlik -herşeye rağmen- toplumumuzdaki diğer taassup odaklarına nazaran çok daha seviyeli ve samimi bir akım olarak görülmektedir
Ne var ki düşünce ve tefekkürde belli bir noktadan sonra onlar da katılaşmakta ve kendi çizgilerinde olmayan kimseleri -tekfîre kadar varan- ithamlarla suçlamaktadırlar
Bir idealin ismi ne kadar güzel olursa olsun eğer müsemmâ isme uymuyorsa o ideal yozlaşmaya mahkûmdur  Her isim veya slogan karşısında bu espiriyi aklımızdan çıkarmadan tavır almalıyız
Şunu da unutmayalım ki İslâm'ın gerçekten insanî olan müsamaha alanını daraltmaya hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur
Kaynak: Kuran ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder