Hikmet Zeyveli'nin Kur'an ve Sünnet
1.Hangi Sünnet
Gerek Kur’ân’da ve gerekse Kur’ân-dışı rivayetlerde
Sünnet kelimesinin ıstılahlaştırılmış (terimleşmiş) bir anlamda kullanıldığına
rastlamıyoruz.
Bu Kaynaklarda Sünnet kelimesi; genellikle, ya
tamlama şeklinde (Allahın Sünneti, Peygamber’in Sünneti, Ömer’in Sünneti,
öncekilerin Sünneti, cahiliye Sünneti... gibi); ya da bir sıfatla beraber (adil
bir Sünnet, güzel bir Sünnet, kötü bir Sünnet...gibi) kullanılmaktadır. Çok
nadir olarak da yalın halde kullanılmakta ise de bu, günümüzde kendisine
yüklenen ıstılah (terim) manasından çok uzak bir anlamdadır. (Cari örf,
uygulama veya teamül anlamında.)
Bu genel kullanımlarına paralel olarak Sunneh
‘sunneh’ veya çoğulu ‘sunen’ ya da fiili ‘senne’ kelimelerinin ifade ettikleri
anlamlar da çok farklılık arzeder.
Sadece birkaç örnek verelim:
a.Teamül: “Hükümdarların birbirine gönderdikleri)
elçilerin öldürülmeyeceği yolunda bir Sünnet (teamül) cari idi.” (Musned,
1/391,396)
b.Çığır: “Çünkü o (Kabil), adam öldürmeyi Sünnet
yapan ilk kişiydi.” (Buhari,64:10,2
c.Hüküm, hukuk: “Onlara (Mecusilere) Ehl-i Kitabın
Sünnetini (hukukunu) uygulayınız. (Buhari, 96:15)
d.Teşri: “Resulullah (s) sefer namazını iki rekat
olarak ‘Sünnet kıldı’ (sene)” (Musned, 1/241; İbn Mace, 5:124)
Kelimenin menfi kullanımlarından vazgeçip müspet
anlamlarıyla ’sünne’i ele alırsak, ve bu takdirde söz konusu olabilecek
‘Allah’ın Sünneti’, ‘Peygamberin Sünneti’, ‘Müslümanların Sünneti’.. gibi
tamlamalar içerisinde “Resulullah’ın Sünneti’ni belirlersek, bu konuda özet
olarak bazı şeyler söyleyebiliriz.
2.Kur’ân ve Sünnet
Kur’ân’da, Sünnetin (artık ‘Resulullah’ın(s)
Sünneti’ özel anlamında), Kitab’a (yani Kur’ân’a) bir alternatif olarak zikredildiğine
şahid olamıyoruz. Kur’an’da sadece, Allah’a itaatin yanı sıra Resulullah’a
(s)da itaatin vucubiyeti vurgulanmakta (Kur’ân, 3/32,132; 4/59; 5/92;
8/1,20,46; 24/56; 47/33; 58/13; 64/12)ve onun insanlar için “güzel bir örnek”
olduğu bildirilmektedir. (Kur’ân, 33/21) Ancak Kur’ân’da, “Allah’ın Sünneti”
ibaresi bulunmasına rağmen “Peygamberin Sünneti” tabiri geçmemektedir.
Hadislerde ise “Allahın Sünneti ve Resulunun (s)
Sünneti kullanımının yanı sıra (Musned, 1/248, 2/56,57)nadiren kitab ve Sünnet
tabirine de rastlanmaktadır. (Buhari, 96:28; Muqaddime, 17)
Hadislerde geçen bu kullanımlardan ötürü, Kur’ân ve
Sünnetin tarifleri ve birbirleriyle olan ilişkileri önem kazanmaktadır:
Kur’ân: İnsanların doğru yola hidayetine medar
olacak bütün düsturları ihtiva eden Allahın vahyi/mesajı
Sünnet : Şifahi bir metin olan Kur’ân düsturlarının,
ilk muhatab toplumda Peygamberî uygulaması.
Bu tarifleri doğru kabul edersek –ki bizce doğrudur-
Sünnet’in Kur’ân’dan bağımsız bir şey olmadığı sonucu ortaya çıkar.
(Resulullah’ın (s) ahlakının Kur’ân’dan ibaret olduğu müsellem bir vakıadır).
Bununla beraber aralarında bir farkın da olması gerekir ki onu da şöyle
benzetmeyle izah edebiliriz.
Bir tiyatro eserinin bizzat kendisini okumakla,
sahne konmuş halini seyretmek arasında, herhalde bir fark –en azından etki
farkı vardır. Eser, yazılı halden canlı bir gösteri haline getirilirken bazı
özel tasarruflar da söz konusu olabilmektedir. Bununla beraber sahnelenmiş veya
perdeye aktarılmış eser gene de yazarına izafe edilir. Örneğin biz,
Shakespare’nin ‘Hamlet’ini ya da ‘Kral Lear’ini seyretmiş oluruz.
Benzer şekilde –teşbih caiz görülerek- Kur’ân ve metninin
hayat sahnesine konmuş hali ‘Resulullah’ın (s) Sünneti’ diye adlandırılırsa
Kur’ân ve Sünnet arasındaki ilişki daha iyi anlaşılmış olur. Bu bağlamda,
Sünnet, Kur’ân’ın bir bakıma özdeşi ya da gerçek te’vili demek olur.
Ne var ki, Kur’ân ve Sünnet arasında gene de bazı
özellik farklarının varlığı göz ardı edilmemelidir:
Kur’ân’ın sahibi; gaybı bilen, dolayısıyla geleceği
bilen Allah olduğundan, onun ‘ebedi’ kaydıyla koyduğu düsturlar, gerçekten
zaman/mekan faktörlerinden etkilenmeden kıyamete kadar geçerli olurlar. ‘Ebedi’
kaydıyla ibaresini kullanıyoruz; çünkü Allah’ın kitabı Kur’ân’da da ebedi
olmayan bazı yerel/geçici hükümler yer almaktadır. Örneğin, Resulullah’ın (s)
vefatından sonra hanımlarıyla kimsenin evlenemeyeceği şeklindeki Kur’ânîyasak
(33/53) elbette ki madde niteliğinde olup Hz.Peygamber’in (s) son hanımının
vefatından sonra, ayetin nassi hükmü kalkmış bulunmaktadır.
Resulullah’a (s) gelince, onun beşer olduğunu ve bu
vasfıyla gaybı (dolayısıyla kendi zamanı ve mekanı dışındakileri) Allah
bildirmedikçe bilemeyeceğini Kur’ân bize bildirmektedir. (Resulullah’ın (s)
gayb bilgisi konusunda “Gaybı Kim Bilir?” ve “Gaybı İhbar Eden Rivayetler
Üzerine” başlıklı makalelere bakz.) Bu beşeri vasfa sahip olan bir Peygamberin;
özel bir coğrafyada, özel bir zamanda ve özel bir toplumdaki
Kur’ânîuygulamasının –o şartlarda en mükemmel olmasına ve bizim için daima
örneklik özeliğini korumasına rağmen –başka coğrafya, zaman ve toplumlarda,
bütün teferruatıyla aynen taklid edilebilirliğini iddia etmek herhalde mümkün
olmasa gerektir. Nitekim Kur’ân’da tarifi Resulullah’a (s) –ve belki de her
Müslüman ‘ulu’l emr’e bırakılan (Kur’ân, 4/59) bazı tarifsiz (‘mutlak’)
ifadeler var ki bunlar şartların değişimi ile yeniden tarif gerektiren
hükümlerdir. Örneğin, Kur’ân’da ‘sefer’ kelimesi tarifsiz olarak geçmekte ve
bununla ilgili bazı hükümler teşri kılınmaktadır. Seferin tarifini ise
Resulullah’ın (s)Sünnetinde bulmaktayız. Eğer ‘sefer’ için teşri kılınan
ruhsatların illeti ‘meşakkat’ ise seyahat vasıta ve imkanlarının fevkalade
gelişmiş olduğu günümüzde veya başka zaman/mekanlarda ‘sefer’ haline yeni bir
tanım getirilmesinin kaçınılmazlığına inanmamız, Hz.Peygamber’in (s) Sünnetini
ihlal etmemiz ya da Kur’ani hidayetten uzaklaşmamız anlamına alınamaz.
Bu noktada akla önemli bir soru gelmektedir:
Resulullah’ın (s) Kur’ân-dışı teşri yetkisi var
mıdır? Varsa günümüz müslümanının bunlar karşısındaki durumu nedir?
Cevap: Hz.Peygamber’in (s), ‘resul’ ve ‘imam’
sıfatıyla hem ‘tebliğ,’ hem de ‘tatbik’ görevi vardır. Tebliğ; Allah’ın
mesajını metin olarak apaçık duyurmak, muhataplarına ifham etmek
(kavratmak)tır. Tatbik ise, tebliğ ettiği topluma Kur’ânî düsturları
uygulamaktır. İşte bu ‘tatbik’ safhasında Resulullah (s) da, Allah’ın Kur’ân’la
bildirdiği teşriatın dışında teşri yetkisine sahiptir. Nitekim risaleti boyunca
bazı genel ve özel teşriat koymuştur da. Bu teşriatın esaslarını Kur’ân
belirlemiş olmakla beraber, geçici veya kalıcı nitelikli olmaları, illetlerinin
(gerekçelerinin) sürekli veya geçici olmasına bağlıdır.
Günümüz Müslümanının Kur’ânî esaslar çerçevesinde
teşri kılınmış ve fakat Kur’ân’da mevcut olmayan bir Peygamberî teşri
karşısındaki tutumu ise bize göre aşağıdaki gibi olmalıdır.
a)Peygamberî teşriin illeti(gerekçesi) biliniyorsa
ve bu illet değişmemişse, ona aynen ittiba etmek (bir kadını aynı anda teyzesi
veya halası ile beraber nikâhlamak yasağı gibi);
b)Peygamberî teşriin illeti biliniyorsa ve fakat bu
illet zaman/mekân faktörleriyle değişmiş ise; Kur’ân’ı esas ve Peygamberî
teşrii örnek alarak, değişen şartlara uygun yeni çözümler aramak (yukarıda verdiğimiz
‘sefer’ örneği gibi);
c)Peygamberi teşriin illeti hiç bilinemiyorsa bu
teşri’e aynen ittiba etmek (Namazların vakit ve rek’at sayılarının tesbiti
gibi)..
Ve... Kur’ân’a ilk ittiba eden Resulullah’ın (s)
güzel (Kur’ân, 7/20-23; 10/15,109) örneğini (Kur’ân, 33/21) ve azim ahlakını
(Kur’ân, 68/4) kavrayabilmek için her şeyden önce Kur’ân’ın muhakematını
kavramamız, öncellerimizi Kur’ân’la oluşturmamız gerekiyor. Aksi halde, Kur’ân
derecesinde sahih olmalarına hiçbir surette imkan olmayan nakillerle bize
tanıtılan Peygamber’in gerçek simasını ve siretini/Sünnetini ihata edemeyiz.
(Çünkü O’nun ahlakı Kur’ân’dan ibarettir.)
Kur’ân ve Peygamberî Uygulama’yı birbirinin adeta
karşıtı göstermeye çalışan ya da Peygamberî Sünneti yanlış tanımladıktan sonra
Kur’ân’ı ona tabi kılan zihniyetin zaaf ve sapmalarını burada tartışmayacağız.
Tevhid dininde ‘tek’liğin esas olduğunu layıkıyla idrak ettiğine inandığımız
Hz.Ömer ve Hz.Aişe (Buhari, 3/39, 23/32, 64/83, 75/17, 93/51, 96/26, ve Muslim,
11/9, 25/5) gibi biz de, Allah’ın kitabının yeterliliğini savunuyor ve fakat
Resulullah’ın (s) siret ve sünnetinin, Kur’ân’ın tatbikinden başka bir şey
olmadığını kabul ediyoruz.
Burada kısaca hatırlatılmasını gerekli bulduğumuz
birkaç nokta daha var:
1.Sünnet, hadisle karıştırılmamalıdır. Sünnet, bir
uygulamanın, bir teamülün; hadis ise bir sözün naklidir. İkisinin ortak
özelliği bize naklen gelmiş olmalarıdır. Bazı hadislerle bir Sünnet nakledilmiş
olabileceğine karşılık her hadis bir Sünnet ihtiva etmeyebilir.
2.Bazı Sünnetler mütevatir uygulamalarla bize kadar
gelmişlerdir. Namazın kılınışı, Haccın uygulanışı gibi. ‘Uygulanmış Esaslar’
anlamında Sünnet veya Sünnetlerin bize ameli intikali akli bir zaruret ve
neticedir.
3.Resulullah’ın (s) Sünnetini yalnızca hadis
kitaplarında aramak yanlıştır. Kur’ânî öncüller oluşturulduktan sonra , Hz.
Peygamber’in (s) Sünnetini bulma ve kavrama yoluyla bize intikal etmiş her
tarihi malzeme (hadis, siret, tarih, tefsir, tabakat... kitapları) yol
gösterici olabilir. Bu yolla, taassuba kapılmadan daha doğru sonuçlara ulaşma
şansını elde etmiş oluruz. Unutmamalıyız ki hadisçiler de tarihte kelamcılar ve
fukaha gibi bir ekol teşkil etmişlerdir ve onların da usul ve furu’da bazı zaaf
ve hataları mevcuttur.
4.Sünnetin vahiy olup olmadığı tartışması bizce
gereksiz bir tartışmadır. Zaten vahiyle (Kur’ân’la) hidayet edilen bir
Peygamberin, her sözü ve her fiilinin vahiy addedilerek inisiyatifi yok
sayılmak pahasına ‘vahiyle kuşatılmış iradesiz bir Peygamber’ vasfına
büründürülmesi makul olmasa gerektir. Hz.Peygamber’in (s) Kur’ân rehberliğinde
fakat irade ve inisiyatifiyle hareket ediyor olması, onun hevasından konuşuyor
olmasını asla gerektirmez.
5.Kur’ân’ın irşadı gereği, Resulullah’ı (s) ‘güzel
örnek’ kabul etmemiz, O’nun hakkında bize ulaşan her rivayete –tahkiksiz- körü
körüne inanmamızı ve mefhumunu taklit etmemizi zorunlu kılmaz. ‘Örnek almak’la
taklit etmek’ arasındaki büyük fark göz ardı edilmemelidir.
6.‘Resulullah (s) örneği’nden müstağni
kalabileceğini sanan bir zihniyet, Kur’ân’ı Kerim’i Allahın rızasına uygun
olarak anlamaktan kendini mahrum bırakmış demektir.
Her toplumda olduğu gibi toplumumuzda da ifrat ve
tefrit içerisinde birtakım taassup mihraklarının var olması, bizi, tarafsız ve
basiret üzere hakkı aramaktan alıkoymamalıdır.
Kur'ân ve Sünnet Üzerine Makaleler/Hikmet Zeyveli,
Birun Yayınları,2.Baskı-2003 Sayfa: 13-18
Kuran ve Sünnet Üzerine / Allah Semadadır / Hikmet
Zeyveli Mumsema Son zamanlarda, Selefiyye inancını savunan bir kısım
müslüman-larca Avrupa'da hazırlanıp basılan ve Türkiye'de de samimi
savunucularına rastladığımız bir risaleyi inceleme fırsatı bulduk: 'ULUV
RİSALESİ '
Risalenin hedefi: Kur'ân ve hadisin naslari; sahabe,
müctehid imamlar ve diğerlerinin sözleri ile Allah'ın semâda (gökte) olduğunu
ispatlamak ve Allah'ın semâda olduğunu itiraf etmeyenleri Cehmiyye, Muharrife
yaftaları ile tekfîr etmek
Risale sahibinin temel zaafı, Kur'ân lisanının uslûb
inceliklerinin cahili olmak ve -hiçbirinin esaslı bir tahkikini yapmadan-
birtakım nakillerin lafızlarına takılmak, şeklinde özetlenebilir
Bize göre, anılan risalede serdedilen delillerin en
kuvvetlileri gibi görünenler, Mülk sûresinin 15-16 âyetleriyle bir cariyenin azad edilmesiyle
ilgili rivayet edilen hadistir
Okuyucu için Mülk süresindeki âyetlerin doğru
yorumunu tefsir kitaplarından elde etmek mümkün olduğundan, biz, biraz daha
müşkil (zor) gibi görünen câriye hadisi üzerinde duracağız
Nesâî'nin şerhinde Nevevî (676)'den şunlar
aktarılmaktadır:
" Bu
hadisten murâd cariyenin muvahhid olup olmadığını anlamaktır ( ) Namaz kılanın Kabe'ye yöneldiği gibi dua
eden de semâya yönelir Allah yalnız
Kabe'de olmadığı gibi yalnız semâda da değildir
Ancak Kabe namaz kılanın kıblesidir, semâ ise dua edenin ( )
Kadı İyad dedi ki: 'Fakih olsun, tahkik ehli olsun,
taklid ehli olsun müslümanlarca, Allah'ın semâda olduğu zahir manâsıyla varid
olan ifadeler (Mülk sûresinin 16-17
âyetleri ve benzerlerinde olduğu gibi) zahiri üzere alınmazlar Aksine bunlar te'vile muhtaçtırlar '"
SONUÇ
Böylece, bazı kesimlerde Selefîlik güzel ismiyle
nasıl katı bir nasçılığın ve müsamahasızlığın savunulduğunu örneklemiş
bulunuyoruz Bizce böyle bir zihniyetin temelinde
iki zaaf yatmaktadır:
1) Kur'ân-dışı rivayetlerin metinlerini de Kur'ân
gibi kesin ve değişmemiş sanmak,
2) Bu metinlerin yorumları yapılırken Kur'ân'ın
muhkemâtına başvurmamak; aklı ve tefekkürü ise devreye hiç sokmamak
Kısaca "basiretsizlik ve katı nakilcilik"
diyebileceğimiz bu zihniyetin temsilcileri kendilerine hangi güzel ismi
verirlerse versinler hatalarıyla daima İslâm'a zarar vereceklerdir Bazı büyük âlim ve şahsiyetleri kendilerine
selef gösterseler bile (Biz selef olarak
gösterilen birçok âlimi bu taassuptan tenzih ediyoruz )
Bununla beraber Selefîlik -herşeye rağmen-
toplumumuzdaki diğer taassup odaklarına nazaran çok daha seviyeli ve samimi bir
akım olarak görülmektedir
Ne var ki düşünce ve tefekkürde belli bir noktadan
sonra onlar da katılaşmakta ve kendi çizgilerinde olmayan kimseleri -tekfîre
kadar varan- ithamlarla suçlamaktadırlar
Bir idealin ismi ne kadar güzel olursa olsun eğer
müsemmâ isme uymuyorsa o ideal yozlaşmaya mahkûmdur Her isim veya slogan karşısında bu espiriyi
aklımızdan çıkarmadan tavır almalıyız
Şunu da unutmayalım ki İslâm'ın gerçekten insanî
olan müsamaha alanını daraltmaya hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur
Kaynak: Kuran ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet
Zeyveli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder